YARGITAY HUKUK GENEL KURULU

Tarih: 10.03.2010 Esas: 2010 / 4-111 Karar: 2010 / 137

Haksız Fiile Dayalı Tazminat Davalarında Zamanaşımı Zararın ve Zarar Verenin Öğrenilmesiyle Başlar – Zamanaşımı Sürelerinin İşlemesi İçin Zararın Doğmuş Olması Gerekir – Uzamış Zamanaşımı

Özet:

Dava, haksız fiile dayalı maddi ve manevi tazminat istemlerine ilişkindir. Uyuşmazlık, depremde yıkılan binanın teknik sorumlusu olan davalı mimar hakkında açılan davanın yasal zamanaşımı süresi içinde açılıp açılmadığı noktasında toplanmaktadır. Haksız fiile dayalı tazminat davalarında zamanaşımı zararın ve zarar verenin öğrenilmesiyle başlar. BK’nın 60. maddesindeki bir yıllık ve on yıllık zamanaşımı sürelerinin işlemesi için de zararın doğmuş olması gerekir. Deprem nedeniyle oluşan zararların tazminine ilişkin davalarda, zararın öğrenildiği tarihin, dolayısıyla, öncelikle zararın ortaya çıktığı deprem tarihinin zamanaşımı sürelerine başlangıç olarak alınması gerekir. Öte yandan aynı zamanda suç oluşturan haksız fiillerde, ceza zamanaşımı süresi dolmadıkça, ona dayalı tazminat taleplerinin zamanaşımına uğraması hukuken mümkün değildir. Somut olayda, bina 1978 yılında tamamlanıp teslim edilmiş ise de deprem 17 Ağustos 1999 tarihinde meydana gelmiştir. Bu durumda zararın deprem tarihinde gerçekleştiği kabul edilmelidir. Eldeki dava ise 15.02.2007 tarihinde açılmıştır. Henüz ceza davası sona ermeden ceza davasına katılanlar tarafından açılan hukuk davalarında zamanaşımının sona erdiğinden söz edilemez.

Taraflar arasındaki “Maddi ve Manevi Tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Eskişehir 1. Asliye Hukuk Mahkemesi’nce davanın zamanaşımı nedeniyle reddine dair verilen 08.05.2008 gün ve 2007/53 E., 2008/108 K. sayılı kararın incelenmesi davacılar vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin 18.03.2009 gün ve 2008/9362 E., 2009/3945 K. sayılı ilamı ile;

(…1- Davacıların davalı Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na ilişkin temyizi yönünden; dava, 17 Ağustos 1999 depreminde davacıların bağımsız bölümünün bulunduğu apartmanın yıkılması nedeniyle uğranılan zararın ödetilmesi istemine ilişkindir. Yerel mahkemece, zamanaşımının geçtiği gerekçesiyle istem reddedilmiş; karar, davacılar tarafından temyiz olunmuştur.

Denetim ve kontrol işi, belediye idarelerine kamu yasası ile verilmiş olan görevin yerine getirilmesi gereğidir. İşin kusurlu yürütülmesi ve bunun sonucunda zarar doğması hizmet kusurundan doğan bir zarardır. 11/2/1959 gün ve 17/15 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı’nın birinci bendi gereğince bir kamu kurumunun görevlerinden olan bir işi yapmayı kararlaştırması idari bir karar olduğu gibi, bu kararı yerine getirmek üzere plan ve proje yapıp o plan ve projeler gereğince iş görmesi de idari kararların sonucu olan birer idari eylemdir.

Davacılar, davalı belediyenin yeterli kontrolü yapacak teknik eleman çalıştırmadığını, bina projesinin deprem katsayısına göre yapılıp yapılmadığı yönünde yeterli kontrolü yapmadığını, bölgenin ve binanın özelliklerine göre yetersiz olan projeyi tasdik ederek çürük bina yapılmasına göz yummak suretiyle bağımsız bölümünün depremde yıkılmasına yol açtığını ileri sürerek sorumlu tutulmasını istediklerine göre hizmet kusuruna dayanan bu tür zararın ödetilmesi amacıyla açılan davaya bakma görevi, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Yasası’nın 2/1-b maddesi gereğince idari yargı yerine aittir. Şu durumda yerel mahkemece davalı belediye yönünden, yargı yolu bakımından mahkemenin görevsizliği nedeniyle dava dilekçesinin reddine karar verilmek gerekirken, işin esasının incelenmiş olması usul ve yasaya uygun düşmediğinden kararın bozulması gerekmiştir.

2- Davacıların davalı Haşim’e yönelik temyizine gelince; dosya kapsamına göre, davacıların bağımsız bölümünün bulunduğu apartmanın deprem nedeniyle yıkılması olayında 32 kişinin ölümü, 14 kişinin yaralanmasından dolayı davalı fenni mesul Haşim hakkında Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi’nde 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 383/2 maddesinden dava açılmış ve yargılama sonucunda adı geçenin cezalandırılmasına karar verilmiş olup temyiz aşamasındaki bu karar henüz kesinleşmemiştir.

Davalı Haşim’in cezalandırılmasına ilişkin karar 16/02/2007 gününde verilmiş olup eldeki tazminat davası ise ceza kararından bir gün önce 15.02.2007 günü açılmıştır. Davacılar görülmekte olan ceza davasına katılma isteminde bulunmuşlardır. Davacılar, ceza davasına müdahil olarak katıldıkları dönemde yürürlükte bulunan Ceza Mahkemeleri Usulü Yasası’nın 365/2. maddesi uyarınca kamu davasına katılmak suretiyle uğradıkları zararın ödetilmesini isteyebilecekleri gibi inceleme konusu olan davada olduğu gibi hukuk mahkemesinde ayrı bir dava açmak suretiyle de tazminat isteminde bulunabilirler.

Şu durumda, yerel mahkemece, ceza davası sonuçlanmadan önce açılan eldeki davanın süresinde açıldığı ve zamanaşımına uğramadığı sonucuna varılarak işin esasının incelenmesi gerekirken, yerinde olmayan gerekçeyle istemin zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmiş olması doğru olmadığından karar bu nedenle de bozulmalıdır…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda kısmen direnilmiştir.

Temyiz Eden: Davacılar vekili.

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, haksız fiilden kaynaklanan maddi ve manevi tazminat talebine ilişkindir.

Davalılar, zamanaşımı def’inde bulunmuştur.

Mahkemece, hukuk davalarında 765 sayılı Ceza Kanunu’nun 104. maddesinin nazara alınamayacağı, Borçlar Kanunu’nun 60. maddesindeki 5 yıllık uzamış zamanaşımı süresinin somut olay yönünden gerçekleştiği, gerekçesiyle davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmiştir.

Davacılar vekilinin temyizi üzerine yüksek özel daire; mahkeme kararını davalı belediye yönünden yargı yolu bakımından mahkemenin görevsizliği nedeniyle dava dilekçesinin reddine karar vermek gerektiği noktasından, diğer davalı yönünden ise yukarıya aynen alınan gerekçeyle sonuçta ceza davası sonuçlanmadan eldeki davanın açıldığı ve zamanaşımına uğramadığı işin esasının incelenmesi gerektiğine işaretle bozulmuştur.

Mahkeme, davalı belediye yönünden bozma ilamına uymuş, yargı yolu nedeniyle davanın reddine; diğer davalı yönünden önceki kararında direnerek davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar vermiştir. Davacılar vekili, her iki davalı açısından verilen hükmü temyize getirmiştir.

1- Mahkemece davalı Belediye yönünden yargı yolu yönünden davanın reddi gerektiğine ilişkin bozma nedenine uyulmuş, böylece yeni bir hüküm oluşturulmuştur.

Bu yeni hükme yönelik temyiz itirazlarının inceleme mercii Hukuk Genel Kurulu değil, özel dairedir.

Açıklanan nedenle dosyanın davalı belediye yönünden verilen yeni hükme yönelik temyiz itirazları incelenmek üzere özel daireye gönderilmesi gerekir.

2- Diğer davalı Haşim yönünden verilen direnme kararına yönelik temyize gelince;

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; depremde yıkılan binanın mimari ve statik betonarme projelerinde imzası bulunan ve aynı zamanda teknik uygulama sorumlusu olan davalı mimar yönünden açılan ceza davasının, eldeki tazminat davasına etkisinin olup olmadığı ve bu davalı hakkındaki davanın yasal zamanaşımı süresi içinde açılıp açılmadığı, noktasında toplanmaktadır.

Davanın hukuksal dayanağı haksız fiildir.

Haksız fiil, hukuka aykırı bir eylemle başkasına zarar verilmesidir. Haksız fiilden söz edilebilmesi için, şu dört unsurun birlikte bulunması zorunludur: Öncelikle ortada hukuka aykırı bir fiil bulunmalıdır. İkinci unsur, fiili işleyenin kusurudur. Üçüncü olarak, kusurlu şekilde işlenen ve hukuka aykırı olan bu fiil nedeniyle bir zarar doğmalıdır. Nihayet, doğan zarar ile, hukuka aykırı fiil arasında nedensellik bağı bulunmalıdır. Bu unsurların tümünün bir arada bulunmadığı, bir veya birkaç unsurun eksik olduğu durumlarda, haksız fiilin varlığından söz edilemez.

Kural olarak, zamanaşımı süresinin işlemeye başlaması için alacaklının talepte bulunma hakkının varlığını veya bunun muacceliyet kazandığını öğrenmesi şart değildir. Örneğin, B.K.’nun 207. maddesine göre, menkul satımında satıcının ayıba karşı tekeffül borcundan kaynaklanan davalarda zamanaşımı süresi, ayıp sonradan ortaya çıksa bile, malın tesliminden itibaren başlar. B.K.’nun 215. maddesi de taşınmaz satımı yönünden benzer bir düzenleme getirmiştir. Dolayısıyla, bu gibi hallerde, zamanaşımı süresi, alacaklının talep hakkının varlığını öğrenmesinden önce de başlayabilir.

Buna karşılık yasa; haksız fiil, haksız iktisap gibi durumlarda, anılan kurala önemli istisnalar getirmiş ve zamanaşımı süresinin başlamasını sübjektif bir unsura; alacaklının belirli olguları öğrenmiş bulunması koşuluna bağlamıştır (Türk ve İsviçre Borçlar Hukukunda zamanaşımının başlangıcı yönünden geniş bir açıklama için, Bkz: Andreas Von Tuhr, Borçlar Hukukunun Umumi Kısmı, Çeviren: Cevat Edege, C: 1-2, Olgaç Matbaası, Ankara 1983, sayfa: 697).

Belirtildiği gibi, yasanın, zamanaşımı süresinin başlaması için alacaklının belli olguları öğrenmiş olması koşulunu aradığı hallerden biri, haksız fiilden kaynaklanan tazminat borcudur. Buna ilişkin bir ve on yıllık zamanaşımı sürelerini öngören B.K.’nun 60. maddesinde, bir yıllık zamanaşımı süresinin, zarar görenin, zararın varlığını ve zarar vereni öğrendiği tarihten itibaren başlayacağı açıkça belirtilmiştir. Dolayısıyla, haksız fiilden kaynaklanan tazminat davalarında, alacaklı zararın varlığını ve zarar vereni bilmediği sürece, zamanaşımı süresi başlamayacaktır.

Zararın varlığını öğrenme koşulu, öncelikle zararın gerçekleşmiş olmasını gerektirir: Henüz gerçekleşmemiş bir zararın, herkes gibi, o zararın tazminini isteyebilecek olan alacaklı (zarar gören) tarafından da öğrenilmesi mümkün değildir. Başka bir ifadeyle, hukuka aykırı fiil işlenmesine rağmen, onun doğuracağı zarar henüz ortaya çıkmamış; zararın ortaya çıkması için, fiil tarihinden sonra birtakım etkenlerin gerçekleşmesi veya belli bir zamanın geçmesi gerekiyor ise, doğal olarak zamanaşımı süresinin işlemeye başlaması da mümkün olmayacaktır.

Her ne kadar, B.K.’nun 60. maddesinde, “…Dava…her halde zararı müstelzim fiilin vukuundan itibaren on sene mürurundan sonra istima olunamaz” hükmü yer almakta ve böylece, ilk bakışta fiil tarihinden itibaren on yıl geçtikten sonra zamanaşımının mutlak surette gerçekleşeceği gibi bir anlam çıkmakta ise de, gerçekte böyle bir sonuca varılmasına olanak yoktur. Öncelikle, anılan hükümde yer alan “zararı müstelzim” ifadesindeki müstelzim sözcüğünün “gereken, gerekli, gerektiren” şeklindeki sözlük anlamından farklı olarak “neden olan” şeklinde; “zararı müstelzim” sözlerinin de “zararı doğuran, zarara neden olan” şeklinde anlaşılması gerektiğine işaret edilmelidir. Böylece, “zararı müstelzim” ifadesi, “zararı gerektiren” şeklinde değil, “zararı doğuran” şeklinde anlaşılmalıdır. Buna bağlı olarak B.K.’nun 60. maddesindeki “…Her halde zararı müstelzim fiilin vukuundan itibaren on sene mürurundan sonra…” söz dizini, “Her halde zararı doğuran haksız fiilin işlenmesinden itibaren on sene geçtikten sonra” şeklinde anlaşılmalıdır. Bu takdirde ise, söz konusu hükme özellikle “zararı doğuran” sözlerine gereken vurgu yapılarak anlam yüklendiğinde, yasanın on yıllık sürenin başlayabilmesini de, ortada, bütün unsurlarıyla gerçekleşmiş, zarar doğuran bir fiilin bulunması koşuluna bağladığı sonucuna varılır.

Hukuka aykırı ve ancak henüz herhangi bir zarar doğurmamış bir fiilin işlenmiş olması, tek başına yasal 10 yıllık zamanaşımı süresinin başlayabilmesi için yeterli değildir. Zira, yukarıda değinildiği üzere, bir fiilin haksız fiil olarak nitelendirilebilmesi için, diğer koşullar yanında, onun bir zarara neden olması da zorunludur. Kendisinden kaynaklanan bir zarar bulunmadıkça, bir fiilin hukuka aykırılığından söz edilebilirse de, henüz bir haksız fiil olarak kabulü mümkün değildir. Böyle durumlarda, zarar doğuncaya kadar, ortada sadece hukuka aykırı bir fiil bulunur; dolayısıyla, bu aşamada, haksız fiilin unsurlarından sadece hukuka aykırılık ve –koşulları varsa– kusur unsurları gerçekleşmiş olur. O fiilin, hukuka aykırı bir fiil olmaktan çıkıp, haksız fiil niteliğine dönüşebilmesi ise, ancak diğer iki unsurun; bir zararın doğması ve zarar ile fiil arasında nedensellik bağının bulunması unsurlarının birlikte gerçekleşmesiyle mümkündür. Kısaca, hukuka aykırı bir fiil, bütün bu koşulların birlikte gerçekleştiği andan itibaren haksız fiil niteliğine bürünür; o potansiyeli taşıdığı halde henüz nedensellik bağını da içeren bir zararı doğurmamış olan hukuka aykırı nitelikteki bir fiil, zararın doğacağı ana kadar haksız fiil olarak nitelendirilemez. Dolayısıyla, haksız fiil, zorunlu olarak, bir zarar doğurduğu anda bütün unsurlarıyla tamam olur ve ancak o tarihte işlenmiş sayılabilir.

Özetlemek gerekirse: B.K.’nun 60. maddesi, gerek bir ve gerekse 10 yıllık sürelerin başlayabilmesini, bir zarara neden olmuş, dolayısıyla haksız fiil olarak varlık kazanmış bir fiilin varlığına bağlamaktadır. Dolayısıyla, neden olduğu zarar henüz gerçekleşmemiş bir fiilin salt işlenmiş olması, anılan sürelerin başlaması için yeterli değildir.

Öte yandan, zamanaşımı başlangıcına ilişkin genel hüküm niteliğindeki B.K.’nun 128. maddesine göre de, zamanaşımı alacağın muaccel olduğu tarihte başlar. Buradaki “muacceliyet” kavramının, alacaklı tarafından talep ve dava edilebilir hale gelmiş olma anlamını taşıdığında, dolayısıyla, öncelikle doğmuş bir alacağın varlığını (haksız fiil açısından bakıldığında, tazminat alacağına neden olan zararın gerçekleşmiş olmasını) gerektirdiğinde; yine “alacak” kavramının, haksız fiile dayalı tazminat alacağını da kapsayan bir genişlik taşıdığında kuşku ve duraksamaya yer yoktur. Kısaca, tazminat alacağına ilişkin zamanaşımı süresi de, diğer alacaklar gibi, onun alacaklısınca talep ve dava edilebilir hale geldiği anda başlayacaktır.

Bütün bu açıklamalar, B.K.’nun 60. maddesindeki 10 yıllık sürenin, her halükarda, zararın meydana geldiği; haksız fiilin bütün unsurlarıyla gerçekleşip hukuken bu niteliğe büründüğü tarihten itibaren işlemeye başlayacağını ortaya koymaktadır.

Somut olay bu hukuksal çerçevede değerlendirildiğinde:

Davaya konu bina her ne kadar 1978 tarihinde tamamlanıp teslim edilmiş ve o tarih itibariyle hukuken binanın davalı ile ilişkisi kesilmiş ise de, davalının haksız fiili, onun sonucunda oluştuğu ileri sürülen zararın meydana geldiği (zararın oluşmasına neden olan olgu olarak depremin oluştuğu) 17.08.1999 tarihinde gerçekleşmiş sayılmalıdır. Dolayısıyla, B.K.’nun 60. maddesindeki bir ve 10 yıllık zamanaşımı sürelerinin başlangıcına bu tarih esas alınmalıdır.

Yargıtay’ın bu konudaki uygulaması da, deprem nedeniyle oluşan zararların tazminine ilişkin davalarda, zararın öğrenildiği tarihin, dolayısıyla, evleviyetle o zararın ortaya çıktığı deprem tarihinin zamanaşımı sürelerine başlangıç olarak alınması gerektiği yönündedir.

Nitekim, yukarıda açıklanan ilkeler Hukuk Genel Kurulu’nun 04.06.2003 gün ve 2003/4-400 E., 2003/393 K.; 22.10.2003 gün ve 2003/4-603 E., 2003/594 K.; 03.12.2003 gün ve 2003/4-658 E., 2003/727 K. sayılı kararlarında da vurgulanmıştır.

Diğer yandan, Yargıtay Ceza Genel Kurulu da, 17 Ağustos 1999 tarihli depreme ilişkin bir ceza davasında, TCK’nun 383/2. maddesinde düzenlenen suçun, binanın tamamlandığı (Yapı kullanma izin belgesinin alındığı) tarihte değil, binanın deprem sonucunda yıkıldığı anda işlenmiş sayılması gerektiğine oybirliğiyle karar vermiştir. (Y.C.G.K.’nun 04.03.2003 gün 2002/9-314 Esas, 2003/15 Karar sayılı kararı).

Davalıya atfedilen haksız fiilin, aynı zamanda cezayı da gerektiren bir fiil niteliği taşıdığı, dolayısıyla, söz konusu Y.C.G.K. kararının, eldeki davaya konu haksız fiil yönünden de geçerli bir saptamayı içerdiği kuşkusuzdur.

Belirtilmelidir ki, hem haksız fiil olarak tazminat borcunu, hem de suç oluşturması nedeniyle cezayı gerektiren bir fiilin, medeni hukuk ve ceza hukuku açısından farklı tarihlerde işlenmiş (tamamlanmış) sayılmasını haklı gösterebilecek herhangi bir hukuksal gerekçe mevcut olamaz.

Yine, B.K.’nun 60/2. maddesindeki uzamış zamanaşımı kuralını öngören hükmün, ceza zamanaşımı gerçekleşmiş olmadıkça, hukuk davasının zamanaşımına uğramasını önleme amacını güttüğü de, 1 ve 2. fıkraların sıralanış biçiminden açıkça anlaşılmaktadır. O halde, aynı zamanda suç da oluşturan, eldeki davaya konu haksız fiile ilişkin ceza zamanaşımı gerçekleşmedikçe, ona dayalı tazminat isteminin zamanaşımına uğraması da hukuken mümkün olmayacaktır.

Ceza davasının açıldığı tarihte yürürlükte bulunan 1412 sayılı Ceza Mahkemeleri Usulü Yasası’nın 365. maddesinde ”Suçtan zarar gören her şahıs tahkikatın her halinde müdahale yolu ile hukuku amme davasına iltihak edebilir. Bu suretle amme davasına iltihak edenler şahsi haklarını da isteyebilirler” hükmü de yer almaktadır.

Zarar görenler, olay ve ceza davasının açıldığı tarihte yürürlükte bulunan bu madde dolayısıyla ceza davasına katılarak, ceza mahkemesinden tazminat isteyebilecekleri gibi, hukuk mahkemesinde de dava açabilirler.

Bu genel açıklamalardan sonra, eldeki uyuşmazlığın çözümüne yönelik olarak, davalı hakkındaki ceza davasının eldeki hukuk yargılamasına etkisi üzerinde durulmasında da yarar vardır.

Eldeki davaya konu binanın depremde yıkılması sonucu 32 kişinin ölümü ve 14 kişinin yaralanması nedeniyle diğer sanıklar yanında davalı mimar hakkında da 14.09.1999 tarihinde ceza davası açılmış ve davacılar bu davaya müdahil sıfatıyla katılmışlardır. Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2003/405 Esas sayılı dosyasında görülen dava 16.02.2007 tarihinde sonuçlanmış; davalı mimarın mahkumiyetine; katılanların tazminat hakkının saklı tutulmasına karar verilmiştir.

Eldeki dava ise, bu karardan bir gün önce 15.02.2007 tarihinde, ceza kararı kesinleşmeden açılmış; tazminat istenmiştir.

O halde henüz ceza davası sona ermeden ceza davasına katılanlar tarafından açılan hukuk davasında zamanaşımının sona ediğinden bahsedilemez.

Hal böyle olunca, mahkemece yapılacak iş, davanın zamanaşımı süresi içerisinde açılmış olduğu benimsenmek suretiyle, işin esasına girişilerek, tarafların iddia ve savunmaları çerçevesinde hukuken geçerli tüm delilleri sorulup toplanarak, ortaya çıkacak uygun hukuksal sonuç çerçevesinde bir karar verilmesinden ibarettir.

Sonuç olarak dava zamanaşımına uğramamış olduğuna göre Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen özel daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ: Yukarıda;

1- (1) maddede açıklanan nedenlerle, davacılar vekilinin yeni hükme yönelik temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 4. HUKUK DAİRESİ’NE GÖNDERİLMESİNE,

2- (2) maddede açıklanan nedenlerle, davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda ve özel daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı H.U.M.K.’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının iadesine, 10.03.2010 gününde oybirliği ile karar verildi.