YARGITAY HUKUK GENEL KURULU

Tarih: 25.04.2018 Esas: 2017 / 1320 Karar: 2018 / 986

Basın Yoluyla Kişilik Haklarına Saldırı – Manevi Tazminat – Sert Eleştiri – Küçültücü ve Hakaret Niteliğinde Sözler

Özet:

Dava, basın yoluyla kişilik haklarına saldırı nedeniyle manevi tazminat istemine ilişkindir.  Dava konusu basın açıklamasında kullanılan ifadeler değerlendirildiğinde; her ne kadar mahkemece, davalının sarf ettiği ifadelerin sert eleştiri niteliğinde olduğu gerekçesiyle davacının kişilik haklarına saldırı oluşturmadığı benimsenmiş ise de; davalı tarafından kullanılan ”….ağzından salyalar akarak koşan kim…” şeklindeki sözlerin davalının kişisel değer yargısı niteliğinde olmayıp, eleştiri sınırlarını aşan küçültücü ve hakaret niteliğinde olduğu, davacının kişilik haklarına saldırı amacı taşıdığı, eleştiri sınırlarını aştığı anlaşılmaktadır. Açıklanan gerekçelerle uygun bir manevi tazminata karar verilmesi gerekirken istemin tümden reddine karar verilmiş olması doğru değildir.

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki “manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Ankara 1. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 16.07.2013 gün ve 2013/140 E. 2013/469 K. sayılı kararın davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 09.06.2014 gün ve 2013/15545 E., 2014/9484 K. sayılı kararı ile,

“…Dava, basın yoluyla kişilik haklarının ihlaline dayalı manevi tazminat istemine ilişkindir.

Mahkemece, istemin reddine karar verilmiş; hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir.

Davacı, davalı tarafından yapılan basın açıklaması sırasında davalının kendisi hakkında ”….ağzından salyalar akarak koşan kim…” şeklinde hakaret içeren sözler kullandığını belirterek, manevi tazminat isteminde bulunmuştur.

Davalı vekili, insanların da hayvanlar gibi salyalarının bulunduğu, müvekkilinin heyecan ve panik halini anlatmak için bu tabirleri kullandığını, hakaret kastının bulunmadığını belirterek, davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

Mahkemece, davacının konumu itibariyle sert eleştirilere katlanması gerektiği ve davalının tahkir kastının bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Basın özgürlüğü, Anayasanın 28. maddesi ile 5187 sayılı Basın Yasasının 1. ve 3. maddelerinde düzenlenmiştir. Bu düzenlemelerde basının özgürce yayın yapmasının güvence altına alındığı görülmektedir. Basına sağlanan güvencenin amacı; toplumun sağlıklı, mutlu ve güvenlik içinde yaşayabilmesini gerçekleştirmektir. Bu durum da halkın dünyada ve özellikle içinde yaşadığı toplumda meydana gelen ve toplumu ilgilendiren konularda bilgi sahibi olması ile olanaklıdır.

Basın, olayları izleme, araştırma, değerlendirme, yayma ve böylece kişileri bilgilendirme, öğretme, aydınlatma ve yönlendirmede yetkili ve aynı zamanda sorumludur. Basının bu nedenle ayrı bir konumu bulunmaktadır. Bunun içindir ki, bu tür davaların çözüme kavuşturulmasında ayrı ölçütlerin koşul olarak aranması, genel durumlardaki hukuka aykırılık teşkil eden eylemlerin değerlendirilmesinden farklı bir yöntemin izlenmesi gerekmektedir. Basın dışı bir olaydaki davranış biçiminin hukuka aykırılık oluşturduğunun kabul edildiği durumlarda, basın yoluyla yapılan bir yayındaki olay hukuka aykırılık oluşturmayabilir.

Ne var ki basın özgürlüğü sınırsız olmayıp, yayınlarında Anayasanın Temel Hak ve Özgürlükler bölümü ile Türk Medeni Kanununun 24 ve 25. maddesinde yer alan ve yine özel yasalarla güvence altına alınmış bulunan kişilik haklarına saldırıda bulunulmaması da yasal ve hukuki bir zorunluluktur.

Basın özgürlüğü ile kişilik değerlerinin karşı karşıya geldiği durumlarda; hukuk düzeninin çatışan iki değeri aynı zamanda koruma altına alması düşünülemez. Bu iki değerden birinin diğerine üstün tutulması gerektiği, bunun sonucunda da, daha az üstün olan yararın daha çok üstün tutulması gereken yarar karşısında o olayda ve o an için korumasız kalmasının uygunluğu kabul edilecektir. Bunun için temel ölçüt kamu yararıdır. Gerek yazılı ve gerekse görsel basın bu işlevini yerine getirirken, özellikle yayının gerçek olmasını, kamu yararı bulunmasını, toplumsal ilginin varlığını, konunun güncelliğini gözetmeli, haberi verirken özle biçim arasındaki dengeyi de korumalıdır. Yine basın, objektif sınırlar içinde kalmak suretiyle yayın yapmalıdır. O anda ve görünürde var olup da sonradan gerçek olmadığı anlaşılan olayların yayınından da basın sorumlu tutulmamalıdır.

Dava konusu basın açıklamasında kullanılan ifadeler değerlendirildiğinde; her ne kadar mahkemece, davalının sarfettiği ifadelerin sert eleştiri niteliğinde olduğu gerekçesiyle davacının kişilik haklarına saldırı oluşturmadığı benimsenmiş ise de; davalı tarafından kullanılan ”….ağzından salyalar akarak koşan kim…” şeklindeki sözlerin davalının kişisel değer yargısı niteliğinde olmayıp, eleştiri sınırlarını aşan küçültücü ve hakaret niteliğinde olduğu, davacının kişilik haklarına saldırı amacı taşıdığı, eleştiri sınırlarını aştığı anlaşılmaktadır.

Açıklanan gerekçelerle uygun bir manevi tazminata karar verilmesi gerekirken istemin tümden reddine karar verilmiş olması doğru değildir. Bu nedenle kararın bozulması gerekmiştir…”
gerekçesiyle oy çokluğuyla bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, basın yoluyla kişilik haklarına saldırı nedeniyle manevi tazminat istemine ilişkindir.

Davacı vekili müvekkilinin Cumhuriyet Halk Partisi Malatya Milletvekili, davalının ise Adalet ve Kalkınma Partisi Adıyaman Milletvekili olduğunu, davalının 30.03.2012 tarihinde gerek yazılı, gerek görsel basın yayın organlarında yer alan açıklamalarında müvekkili hakkında aynen; ”ağzından salyalar akarak koşan kim, görüntülerde var” şeklinde sözler sarf ettiğini, davalının bu beyanının müvekkilinin siyasetçi kimliğini, onur ve haysiyetini aşağılayıcı ve tezyif edici mahiyette olduğunu; hiçbir siyasi, fikirsel eleştiri gayesi taşımayan ve ağır hakaret olan sözlerin kişilik haklarına saldırı teşkil ettiğini ileri sürerek 7.500,00 TL manevi tazminatın 30.03.2012 tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir.

Davalı vekili insanların da hayvanlar gibi salyalarının bulunduğunu, müvekkilinin heyecan ve panik halini anlatmak için bu tabirleri kullandığını, hakaret kastının bulunmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece AİHM kararlarında siyasetçilerin, başbakanın, bakanların ve milletvekillerin normal insanlara göre daha fazla eleştirilebileceği, çünkü toplumun önüne çıkarken bunu göze almış olacaklarının genel kabul gördüğü, davalının yapmış olduğu konuşmada davacının söz ve tavırlarını eleştirdiği, davacının konumu itibariyle davaya konu sert eleştirilere katlanması gerekeceği, tahkir kastının bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Davacı vekilinin temyizi üzerine karar Özel Dairece yukarıda açıklanan gerekçelerle bozulmuştur.
Yerel Mahkemece önceki karardaki gerekçeler tekrar edilerek direnme kararı verilmiştir.

Direnme kararını davacı vekili temyiz etmiştir.

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, davalının yaptığı basın açıklaması sırasında davacı hakkında ”….ağzından salyalar akarak koşan kim…” şeklindeki sözlerinin ifade özgürlüğü kapsamında korunması gereken kişisel değer yargısı niteliği taşıyıp taşımadığı, eleştiri sınırlarını aşıp aşmadığı ve davacının kişilik haklarına saldırı teşkil edip etmediği, buradan varılacak sonuca göre davalının manevi tazminatla sorumlu tutulup tutulamayacağı noktasında toplanmaktadır.

Uyuşmazlığın çözümü açısından öncelikle konuyla ilgili yasal düzenlemelerin irdelenmesinde yarar vardır.

Manevi zarar, kişilik değerlerinde oluşan objektif eksilmedir. Duyulan acı, çekilen ızdırap manevi zarar değil, onun görüntüsü olarak ortaya çıkabilir. Acı ve elemin manevi zarar olarak nitelendirilmesi sonucu, tüzel kişileri ve bilinçsizleri; öte yandan, acılarını içlerinde gizleyenleri tazminat isteme haklarından yoksun bırakmamak için yasalar, manevi tazminat verilebilecek bazı olguları özel olarak düzenlemiştir.

Bunlar kişilik değerlerinin zedelenmesi (TMK m.24), isme saldırı (TMK m.26), nişan bozulması (TMK m.121), evlenmenin butlanı (TMK m.158/2), boşanma (TMK m.174/2) bedensel zarar ve ölüme neden olma (6098 sayılı TBK m.58) durumlarından biri ile kişilik haklarının zedelenmesi (TBK m.58) olarak sıralanabilir.

TMK’nın 24. maddesi ile 6098 sayılı TBK’nın 58. maddesi diğer yasal düzenlemelere nazaran daha kapsamlıdır.

4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK)’nın 24. maddesinde;

“Hukuka aykırı olarak kişilik hakkına saldırılan kimse, hakimden, saldırıda bulunanlara karşı korunmasını isteyebilir.

Kişilik hakkı zedelenen kimsenin rızası, daha üstün nitelikte özel veya kamusal yarar yada kanunun verdiği yetkinin kullanılması sebeplerinden biriyle haklı kılınmadıkça, kişilik haklarına yapılan her saldırı hukuka aykırıdır.”

6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu (TBK)’nın 58. maddesinde de;

“Kişilik hakkının zedelenmesinden zarar gören, uğradığı manevi zarara karşılık manevi tazminat adı altında bir miktar para ödenmesini isteyebilir.

Hâkim, bu tazminatın ödenmesi yerine, diğer bir giderim biçimi kararlaştırabilir veya bu tazminata ekleyebilir; özellikle saldırıyı kınayan bir karar verebilir ve bu kararın yayımlanmasına hükmedebilir.” hükümleri yer almaktadır.

TMK’nın 24. ve TBK’nın 58. maddesinde belirlenen kişisel çıkarlar, kişilik haklarıdır. Kişilik hakları ise, kişisel varlıkların korunmasıyla ilgilidir. Kişisel varlıklar, bedensel ve ruhsal tamlık ve yaşam ile nesep gibi insanın, insan olmasından güç alan varlıklar ya da kişinin adı, onuru ve sır alanı gibi dolaylı varlıklar olarak iki kesimlidir.

Görüldüğü üzere, TBK’nın 58. maddesi gereğince kişisel hakları zarara uğrayanların manevi tazminat isteme hakları vardır.

Bu genel açıklamalardan sonra uluslararası metinlerde ifade özgürlüğünün nasıl yer aldığının da incelenmesinde yarar bulunmaktadır:

Hemen belirtmek gerekir ki, 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 90. maddesinin son fıkrası; “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” hükmünü içermektedir. Bu durumda, mahkemelerce önlerine gelen uyuşmazlıklarda usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar ile iç hukukun birlikte yorumlanması ve uygulanması gerekmektedir.

Hâl böyle olunca, Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde (AİHS) somut uyuşmazlığın nasıl düzenlendiğini ve sözleşmenin uygulanmasını sağlayan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının incelenmesi gerekmektedir.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “İfade Özgürlüğü” başlıklı 10. maddesinin birinci fıkrası; “Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak, kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ülke sınırları gözetilmeksizin, kanaat özgürlüğünü ve haber ve görüş alma ve de verme özgürlüğünü de kapsar. Bu madde, Devletlerin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine tabi tutmalarına engel değildir.” hükmünü içermekte olup hangi hâllerde ifade özgürlüğünün sınırlandırılabileceği de aynı maddenin ikinci fıkrasında düzenlenmiştir.

İfade özgürlüğü demokratik bir toplumun en önemli temellerinden birisi olup, toplumsal ilerlemenin ve her kişinin gelişiminin başlıca koşullarından birini teşkil etmektedir. AİHS’nin 10. maddesinin ikinci fıkrası saklı kalmak koşuluyla, ifade özgürlüğü yalnızca iyi karşılanan ya da zararsız veya önemsiz olduğu düşünülen değil, aynı zamanda kırıcı, hoş karşılanmayan ya da kaygı uyandıran “bilgiler” ya da “düşünceler” için de geçerlidir, çoğulculuk, hoşgörü ve açık düşünce bunu gerektirir ve bunlar olmaksızın “demokratik bir toplum” olamaz. 10. maddede benimsenen ifade özgürlüğü bu şekilde olmakla birlikte, yine de bu dar bir yorum gerektiren istisnalar içermektedir ve bu hakkı kısıtlama ihtiyacının ikna edici bir biçimde ortaya konması gerekmektedir (Pakdemirli/Türkiye kararı, başvuru no: 35839/97, 22 Şubat 2005).

İfade özgürlüğü geniş bir şekilde yorumlanmakta ise de, sınırsız olmadığı da Sözleşme’nin 10. maddesinin ikinci fıkrasında belirtilmiştir. Burada çözülmesi gereken temel sorun ifade özgürlüğü ile kişilik haklarına yönelik saldırı arasındaki sınırın hangi ölçütlere göre saptanacağı sorunudur.

AİHM önüne gelen uyuşmazlıklarda yapılan müdahalenin ifade özgürlüğünü ihlal edip etmediğini aşağıdaki kriterleri uygulayarak tespit etmektedir:

1.Müdahalelerin yasayla öngörülmesi:

AİHM, Sözleşme’nin 10. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “yasayla öngörülme” ifadesinin, ilk olarak, itiraz konusunun iç hukukta bir dayanağı olması gerektiğini hatırlatır. Ancak söz konusu ifade hukuki normların ilgili kişinin erişiminde olmasını, sonuçlarının öngörülebilmesini ve hukukun üstünlüğü ilkesine uygun olmasını gerektiren kanun niteliğine de atıfta bulunmaktadır (Association Ekin/Fransa, başvuru no: 39288/98; Ürper ve diğerleri/Türkiye kararı, başvuru no: 14526/07, 14747/07, 15022/07, 15737/07, 36137/07, 47245/07, 50371/07, 50372/07 ve 54637/07, 20 Ekim 2009).

2.Müdahalelerin meşru bir amaç izleyip izlemediği konusu:

Sözleşme’nin 10/2. maddesine göre, bu özgürlüklerin kullanılması “…demokratik bir toplumda ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu güvenliğinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, gizli bilgilerin yayılmasının önlenmesi veya yargı erkinin yetki ve tarafsızlığının güvence altına alınması için gerekli olan bazı formaliteler, koşullar, sınırlamalar veya yaptırımlara tabi tutulabilir.”

Açıkça görüldüğü üzere yasayla düzenlemek şartıyla “başkalarının şöhret ve haklarının korunması” amacıyla ifade özgürlüğünün sınırlandırılabileceği kabul edilmekte olup sınırlama haklı olsa bile, bu kez sınırlamanın orantılılığı gündeme gelecektir (bkz. sınırlamanın orantısızlığı konusunda Pakdemirli/Türkiye kararı). Ancak kişilik hakkının korunması ile ifade özgürlüğü arasındaki dengeyi iyi sağlamak gerekmektedir. Özellikle siyasetçilerin ve devlet görevlilerinin kişilik hakları ve şöhretleri söz konusu olduğunda bu dengede ifade özgürlüğünün ağır bastığı konusunda kuşku yoktur. Diğer bir deyişle, terazide bir yanda siyasetçilerin ve devlet görevlilerinin “kişilik hakları”, diğer yanda “ifade özgürlüğü” bulunduğu durumlarda, tercihin daha çok ifade özgürlüğünden yana kullanıldığı söylenebilir (Osman Doğru, Atilla Nalbant; İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi Açıklama ve Önemli Kararlar, C. 2, Ankara 2013, s. 232).

3.Müdahalelerin demokratik bir toplumda gerekli olup olmadığı konusu:

İfade özgürlüğünün, demokratik bir toplumun temel yapılarından birini oluşturduğu ve toplumun gelişimi ve bireyin kendini gerçekleştirmesinin temel koşullarından biri olduğu hatırlatılmalıdır (Lingens/Avusturya, A Serisi no. 103). İfade özgürlüğü istisnalara tabi olsa da, bu istisnalar dar bir biçimde yorumlanmalı ve sınırlama nedeni ikna edici bir biçimde ortaya konmalıdır (Observer ve Guardian/Birleşik Krallık, A Serisi no. 216).

Kabul edilebilir eleştiri sınırları hususunda ise AİHM, sıradan bir kimse ile karşılaştırıldığında bu sınırların, halka mal olmuş bir kişi olarak hareket eden siyaset adamları için daha geniş olduğunu bir çok kez kabul etmiştir. Siyasetçilerin fiil ve davranışları, kaçınılmaz olarak ve bilinçli bir şekilde, gazetecilerin olduğu kadar vatandaşların, hepsinden çok da siyasi rakibinin sıkı bir denetimine tabidir. Bir siyaset adamı, özellikle de kendisi eleştiriye yol açabilecek halka açık konuşmalar yaptığı zaman daha fazla hoşgörü göstermelidir. Elbette siyaset adamının namını koruma hakkı vardır, hatta özel yaşamının dışında bile, fakat ifade özgürlüğüne getirilen istisnalar dar bir yorumu zorunlu kıldığından, bu korumanın gerektirdikleri ile siyasi sorunların özgürce tartışılmasının getirdiği yararlar denge içinde olmalıdır (Bkz., özellikle, Oberschlick/Avusturya (no:2), 1 Temmuz 1997 tarihli karar, Derleme 1997-IV, ss. 1274-1275, § 29 ve adı geçen Lingens/Avusturya kararı, başvuru no: 9815/82, 08 Temmuz 1986, parag. 42).

Bu bağlamda Mahkeme, Sözleşme’nin 10/1. maddesinde güvence altına alınan ifade özgürlüğünün, demokratik toplumun ana temellerinden birini ve yine bu toplumun gelişmesi ve her bireyin kendini gerçekleştirmesi için esaslı şartlarından birini oluşturduğunu hatırlatır. İfade özgürlüğü, Sözleşme’nin 10/2. madde sınırları içinde, sadece lehte olan veya muhalif sayılmayan veya ilgilenmeye değmez görülen “haber” veya “fikirler” için değil, ama aynı zamanda muhalif olan, çarpıcı gelen veya rahatsız eden haberler veya fikirler için de uygulanır. Bunlar, çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekleri olup, bunlar olmaksızın “demokratik toplum” olmaz (Handyside, parag. 49, başvuru no: 5493/72, 07.12.1976).

Dikkat edilmesi gereken bir diğer husus ise, “değer yargısı” ile “olaya dayalı bilgilendirme” arasında ayırım yapmaktır. Bir olayın olup olmadığı kanıtlanabilir bir husus iken, bir değer yargısının kanıtlanmasının istenmesi gerçekleştirilemez ve kanaat özgürlüğüne müdahale oluşturur. AİHM’ne göre ulusal hukukun bu ayrımı öngörmemesi kendi başına ifade özgürlüğüne aykırılık oluşturabilir.

Konunun iç hukukumuzda nasıl yer aldığı konusuna gelince; Anayasa’ya göre, herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir ve her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz. Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir ve bu hürriyet resmi makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar.

Anayasa’nın 26. maddesinin ikinci fıkrasında bu hürriyetlerin kullanılması, sınırlandırılması düzenlenmiş; millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabileceği ifade edilmiştir.

Düşünce ve kanaat özgürlüğü sınırının aşılması ve kişilik hakkına saldırı seviyesine ulaşması hâlinde, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 58. ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 24. maddeleri gereğince manevi tazminat istenebilecektir.

Tüm bu açıklamalar ve yasal düzenlemeler ışığında somut olay incelendiğinde; tarafların milletvekili oldukları, 29.03.2012 tarihli TBMM birleşiminde davacının kürsüde konuşma yaptığı sırada davalı ile aralarında sözlü ve fiziki müdahaleye varan tartışma yaşandığı, ertesi günü 30.03.2012 tarihinde davalı tarafından yapılan basın açıklamasında davacı hakkında ”ağzından salyalar akarak koşan kim, görüntülerde var” şeklinde sözler kullanıldığı, bu açıklamanın yazılı ve görsel basın yayın organlarında yer bulduğu hususlarında uyuşmazlık bulunmamaktadır. Ancak dava konusu basın açıklaması bir bütün olarak ele alındığında, davalı tarafından kullanılan sözlerin yukarıda vurgulanan AİHM içtihatları karşısında, ifade özgürlüğü kapsamında korunması gereken kişisel değer yargısı niteliğinde olmadığı, ”ağzından salyalar akarak koşmak” ifadesinin insana yakışmayan bir benzetme olduğu, insana ait olmayan bir nitelemede bulunması nedeniyle ve çağrıştırdığı anlam itibariyle küçültücü olup hakaret içerdiği, davacının siyasi bir faaliyetine yönelik eleştiri niteliğinde olmadığı gibi siyasilerin katlanması gereken eleştiri sınırlarını da aştığı, davacının kişilik haklarına saldırı teşkil ettiği kabul edilmelidir.

Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, davalı tarafından basın açıklamasında kullanılan sözlerin davacının kişilik haklarına saldırı oluşturmadığı, bu nedenle direnme kararının onanması gerektiği belirtilmişse de, bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından yukarıda açıklanan nedenlerle yerinde görülmemiştir.

O hâlde Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 25.04.2018 gününde oy çokluğu ile karar verildi.